BLOG

Güz çocuğu Turgut,  kimdir?

Anadolu’nun kalbinde Ağustos’un en hüzünlü ve bir o kadar da heyecanlı gününde, beyaz, mağrur bakışlı, güz ruhlu bir çocuk doğdu. Sırtından oluk oluk ter akan annesinin kucağına gözleri yumukken gelen Turgut, emerken kana kana hayata başlangıç sütünü, bu dünya için duygu şelalesini akıtacağından habersizdi.

Tam bir aile olarak yaşayamadığı çocukluğu, üniforma mecburiyetlerine kurban edilmişti. Babasının subay olması, annesi ile büyümek zorunda bırakmıştı Turgut’u.

Yarımdı. Varken yok olan insanların sızısı çok başka ağırlık taşır. Turgut da bu ağırlığı kaldıramayacağı yaşlarda sessizliğe adamıştı kendini. Göçebelik yaşamamak için eksiklik mecburiyeti doğmuştu ailenin gökyüzüne. Toprak göçebeliğinden başka, insan göçleri de pek mümkün değildi Turgut için. Hayatı daima sessize almış bir biçimde yaşıyordu.

Yaratılan her varlık için biraz düşünmek gerekir inancındaydı; göçmen kuşları, güz yağmurlarını, ağaçları hem şenlendiren hem yaprağından ayırıp dalını kurutan rüzgârları, çiçeklerin inadına tüm sert mevsimlere rağmen açma azimlerini ve mutlaka martıları hatta turnaları düşünürdü.

Bir gün hudutsuzca sevebileceği ve onu aynı ölçüsüzlükte seveceğine inandığı sevgiliye olan özleminin biteceğini düşünürdü. Bir gün biri gelecek ve yaşamak anlamlı bir hal alacaktı.

Yıllarca süren bir evlilik, ardında bırakacağını bilmeden sahip olduğu üç çocuktan sonra, son baharının içine bir bahar dalı yerleşecekti. O dala tutunacak ve tüm sadakatiyle, son nefesine kadar önünde diz çöktüğü o aşk ağacının dibinde bekleyecekti.

O daima turuncu, sarı yapraklı kırık dallarından, rüzgârlı havalarından, aşk anlatır, yazar, aşkça konuşur ama aşka bulaşamazdı kolay kolay. Narin bir elin kuru dallarına dokunup yeşertmesini bekliyordu. Belli ki diliyordu ama zaman… Ah bu dilediğinde bir salyangoz, bazen de tazı gibi ilerleyen zaman… Tanrı’nın mükâfatını bahşetmek için onu kör kuyuya atana kadar bekletmişti. Zaman, Turgut’a zamansızlığı hediye getirmişti. Zaman kavramını silen Tomris’ten önce Turgut, pek aşkça bilmezdi.

Aşkça öğrendiği tarihten sonra daima şiirlerinin konusu aşk, özlem, vuslat, ayrılık, hasret hatta son zamanlarda da ölüm olmuştu. Tomris hayatından önce Turgut, edebiyattı, şiirdi, şairdi ama eksikti. Yarımdı.

Memurluk babasından bulaşmıştı bir kere. Bilinen örneğin peşinden bir çocuğu sürüklemek, bu fikri kabul ettirmek kolaydı elbette. Turgut için meslek kesindi. Seçilmişti. Askeri memur olacaktı ve kaçınılmazdı. Turgut’un kuralsızlık seven ruhuna ters bir meslekti ve dört yılın sonunda kurtuluş zamanı gelmişti.

Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları’nın Ankara Bölgesi’nde dokuz yıl kadar başka türlü bir memurluk görevini üstlenmişti ama asıl mesleği kesinlikle edebiyat aşığı olmaktı. Edebiyat ile bir tabak yemek oluşturuyordu ama aylarca kileri de dolduramıyordu. Kilerleri doldurmak ve diğer baba, koca sorumluluklarını yerine getirmek için memuriyeti sürdürmek şarttı.

Müzik… Turgut’un hayat dili, müzikti. Melodik, melankolinin içinde yaşardı. Kolalanmış beyaz yakalı gömleğinin içinde incecik bedenini sokaklardan geçirerek okula götürürken amacı, kolunun altına sıkıştırdığı iki üç saman sarısı sayfalı ders kitabının arasına saklanan, günde dört beş tane yazdığı şiirleri yere düşürmemekti.

O dönemlerde şiir yazabiliyor olmak, bir erkek için değer eksiltici olabiliyordu akranları arasında. Erkek dünyasında hassas duyguların kıymetsiz ve zayıflık olarak görüldüğü yıllarda liseli Turgut, güz çocuğu, hüzün delikanlısı, eski, ucu kopuk yırtık kâğıtların üzerine ruhundan damlatıyordu.

“Aşk için her şeyi söylerim,” demeyi alışkanlık haline getirdiği yıllarda kısa kısa olması mümkün olmayan uzun ve her zihnin anlayamayacağı şiirler yazardı. Bir ödüle denk gelmeyen şiir yarışmalarına katıldığından da bahsetmezdi. Ödüllük olanlar, dikkat çekenler, onurlandırıldığı şiirleri tesadüfen fark eden edebiyatçı dostları, hayran kız akranları ulu orta ortaya dökünce de utanırdı.

Yabancı olduğu daha önce hiç iştirak etmediği konulara karşı da cesaretliydi. Girişimci, gözü kara bir genç ve yetişkin olarak tamamladı hayatını. Kimsenin cesaret edemediği konuların içine dâhil olmaktan da çekinmezdi.

Duygu, aşk, kızlar, ilişkiler, özlem ve vuslat, ne ararsan ondaydı ve önceleri alay eden erkek arkadaşları, ufaktan ufaktan Turgut’un benzersiz duygusal zekâsından faydalanmak adına sıraya girmeye başladı. Kısa şiirler yazıyordu arkadaşlarına ve kızların kalbini kolayca çalsınlar diye, akıl hediye ediyordu.

1947 yazı “Yedigün” dergisi alışılmışın dışında bir şiiri yayımlamış olmanın haklı gururunu yaşıyordu. Yirmili yaşlarında taze bir şairin duygusunun eseri “Yad” şiiri, şiir severlerle buluşmuştu. Yağmurlarla ıslanan güzel günlerinden bahsederken Allah’ı mütemadiyen arayışının sürdüğünü anlatan şiirleri meşhur olma yarışındaydı.

Tanrıya, halini arz ettiği o ilk kitabı ile Turgut, artık bilinen muazzam bir şair unvanı ile anılmaya başlamıştı. Tanrı ile daima iletişimi, arayışının sürdüğünü hissettiren esprili ama zihne dokunur enteresan mısraları vardı Turgut’un. “Türkiye” kitabından da anlaşılacağı gibi esinlenme dedikodularına inat, kesinlikle kendi üslubu olan, sıra dışı bir şairdi.

Kuralsızlığı şiirlerine yansıyınca kısa sürede yeni akımın aranan şairlerinden oldu. “İkinci Yeni Akımı” ona ikinci yeni hayatını getirdi. Tanrısal bir hediye aldı hayattan. Ülkü Tamer, Cemal Süreya birleşmiş ve Tomris’i ona hediye etmişlerdi.

Bir akımın akanı olmak da mutsuz etti Turgut’u ve kendince bir dil geliştirdi yeniden. Daha kolay anlaşıldı ve gerçek anlamda anlamını yansıttı. Cümle öbeklerinden mısralar ile şiiri oya gibi işlemeye başladı.

Annesinin içli çocuğu Turgut, içinin cevherini insanlığa, edebiyata hediye ederek yaşadı daima. Taşmaya hazır göz bebekleri acının değil, hüznün sarsıntılarıyla dökülmeyi bekler gibiydi hep. Babasının, yaşarken yokluğunu hissettirmesi kuvvetsiz yapmıştı onu.

1960 ile başlayan yıllarda hikâyeler yazmaya başladı. Çevirilerin de aranan ismiydi artık. Ankara’dan İstanbul’a gelmesine neden olan bu hikâyeler, ona kendi emsalsiz hikâyesini yazdıracaktı. Turgut’un sonsuzluğu oldu Tomris.

Tomris ile Turgut, önce kâğıtların üzerine yazılan sıra sıra cümleler aracılığıyla uzun uzun sohbet etmeyi alışkanlık haline getirmişti. Birbirlerine gönderilen mektuplar sayesinde yakınlaşmışlardı.

Tomris’in yaşama şekli ile Turgut’un ki eşit sayılacak kadar yakın demek isterdim ama bunu söylemek imkânsız. Turgut kendi içinde yaşar, dışarıdakilere sadece istediği zamanlarda eşlik ederdi. Tomris ise hem içini, hem dışını etkin bir şekilde yönetirdi. Belki de bu yüzden onun için emsalsizdi.

Turgut kendisine ait hissetmediği, ait olmadığını düşündüğü topraklardan sürgün yemek arzusundaydı. Tam da Tomris’in dediği gibi artık yaşamak hevesindeydi. Kendince tanımı olan kör kuyularının dibinde o şiirsel dokunuşu bekliyordu. Üzerinde tarihsel pulların yapışık olduğu renkli zarfların içinde sunulan “işsel” diye gönderilmiş, ‘hissel’ etki yapan mektupların desteği ile o kuyudan çıkmayı başarmıştı.

Tomris ruhunun zarif kancasını Turgut’un kanayan ruhunun üzerine atmış, aşktan acı hissetmeyen güz adamını kendisine doğru çekiyordu. Turgut, İstanbul’a gelmek için hazırlıklarını tamamlamıştı. Mektuplarında bahsettiği özgür anılar biriktirme günlerine oldukça yakındı. Kendi köklerinden olma üç ana dalı vardı, ona bağlı yaşayan. Dalların bağlı olduğu diğer kök ile Turgut’un hayat bağı kopmuştu. Toprağından çıkmış, kendini o kökten ayırmış, yeniden özgürlük topraklarında kök salmaya hazırlanıyordu.

Tomris, hudutsuzca sevildiğini bildiği bir eşikte duruyordu. Adımını atmış, ilk basamaktan geçecekti ki havada kalan ayağı, zemini kaydıran, geçmiş çatlaklarını hatırlatan zelzelelerle yeniden Tomris’i savurmuştu ve tam düşecekken beklenmedik bir anda yeniden Turgut bileğini kavrayıvermişti, bahar umudunun. Tomris, Turgut’un dokunduğu tomurcuklarından yeşeriyor, çiçek açıyordu.

Turgut, Tomris’i kendi dünyasında yaşatmayı başarabilmişti ve bunun en etkili sebebi, Tomris’i olduğu gibi kabullenmesiydi. Sosyalliği, çalışkanlığı, hayat akışı Turgut’u rahatsız etmezdi. Kendi kalıbına sokmak yerine onun kalıbını kabullenip iki ayrı kalıptan muazzam bir biz yaratmaya karar vermişlerdi ve başardılar.

Turgut, üç çocuğu ve aile taklidi yaptığı evliliğini geride bırakmıştı. Tomris ile yenilenme zamanıydı. 1966, ne meşhur bir yıl olacağını bilmeden geldi ve yaşandı. O yılın en unutulmazı Turgut ve Tomris birleşmesi olacaktı. Turgut ve Tomris, ölümsüz bitmeyen bir aşk yarattılar birlikte. Dünyanın sonuna kadar herkesin hayalini kurduğu o melankolik aşkın içinde mutluydular. Onların birbirinden ayrılması dünyanın sonu, sonsuzluğun başıydı.

Hem mesleki kariyerleri birbirlerine temas ettikten sonra gelişti, hem de erkeklik ve dişilik özellikleri. Geceler, gün hiç yaşanmamış sanki meslekleri bir değilmiş de sadece gece bu mevzulara girilirmiş gibi edebiyat kokarken bir gece en çok arzulanan eserlerini birlikte yarattılar.

1969 da resmiyete dökülen birlikteliklerinde “Uyar” soyadını alarak yeni bir biz yarattılar. Tomris, yeniden hamileydi. Turgut babaydı, yeniden baba olacaktı ve bu baba modeli daha önce Tomris’in karşılaştığı gibi değildi.

Turgut, zeytinyağlılar, pilavlar, sebze kızartmaları üstadıydı. Yemek yapmayı, yaparken demlenmeyi sever, keyifle mutfağı şenlendirirken, özenle dağıtırdı. Tomris ondan hikâyeler yazardı. Kahramanlık öyküleri, patlıcan kızartırken şiir yazan bir adamın anlatısıydı. Kimsenin okumayacağı bu özel hikâyeler, Tomris’in gün dökümlerinde hayat bulurdu yalnızca.

Turgut, Şeyda, Tunga ve Semiramis için hazırladığı komik kahvaltıları anlatırdı bazen Tomris’e. Özlediğini anlatmanın bir yolu buydu belki de. Öyle direkt “özledim” demezdi. Onlarla ilgili anılarından bahsedince Tomris anlardı hemen. Hasret vururdu yine güz çocuğunu.

Turgut, her bir çocuğu için aynı babaydı. Aynı tariflerle anılırdı. Kendisiyle en fazla yaşayacak olan küçük oğlu, tahmin edilmeyen sürpriz ve mucize gibi Turgut’un hayatını aydınlatan bir aşkın hediyesiydi.

Turgut, şiirlerinin mısralarına işlediği hislerini kendi gerçekliğinde, sevdiği kişilere direkt göstermezdi. Çocuklarının babalarına en yakın mesafeleri, o çalışırken oturdukları yan koltuktu. Umulmadık zamanlarda, küçük espriler, övgüler ile birden gönül kazanırdı.

Sevgisiz bir baba değildi ancak bu sevgiyi haykırmazdı, hissettirmesi için bir sebep gerekirdi. Takdir ederdi ama gururlu olduğunu dillendirmezdi. Yanlışlıkla başlarına eli çarpmış gibi saç okşamak şeklindeydi sevgi göstergeleri. Ne garip? Yazdığı şiirlerin içerisinde duygusuyla dilden dolaşan Turgut Uyar’ın sevenlerinden esirgenen bu sevgi, esirgenmiş olmamasına rağmen, tüm gerçekliği ile hiç dolu dolu yaşanamadı.

Sevdiğini gösterme şekli suçlar tavırla da ortaya çıkabilirdi. “Beni neden arayıp sormadın onca zamandır?” demek yerine “Arasaydın öğrenecektin, gelsen görecektin.” der gibi suçlayarak onu merak ettiğini, özlediğini, ilgi istediğini hissettirirdi.

Sevdiğini paylaşmak istemez, kaybetmekten de korkardı. Kayıp etme olasılığının olduğu rekabet ortamlarının ardından, suçlayıcı cümlelerle sevdiğinde vazgeçmeyeceğini sessizliği ile haykırırdı.

Turgut, Tomris’çe lisanından bir hayata eş değer yaşardı kendi hayatını. Sosyal değildi ama insan düşmanı da olmadı hiçbir zaman. Aşktan hissedilen birkaç benzersiz his ile rekabet ortamı hissinden huzursuz olurdu ancak kimseye düşmanlık beslemezdi.

Tomris, Turgut için olmak istediğiydi. Eksilen yerlerin tamamlayıcısıydı. Bir uzvunu kaybetmek olurdu Tomris’i kaybetmesi. Tomris’in dışa açılan pencerelerinden etrafı seyretmesini izlemek onun için kolay değildi. Arada sırada zihin gölgelerinin etkisiyle “Fırtına gelir, bizi bulur, evimize değer, yıldırım üzerimize düşer” gibi etkin kaygılarıyla bir bir kapatıyordu biriciği Tomris’in pencerelerini. Bu kısıtlamalarından dolayı hissettiği pişmanlığını şiirlerindeki bazı mısralarına taşıyordu hatta.

Pencerelerinin bir bir kapanması Tomris’i daha önceki ilişkileri gibi huzursuz etmiyordu. Tomris, sonu Turgut’a çıkmayan tüm yollarını kapatmış, haritasından silmiş olduğu yerde kalakalmıştı. Oğlu ile şefkatle kuşatılmış, aşkı ile bambaşka bir kadın olmuştu. Memnundu.

Tomris, keyif aldığı bir ailenin sıcaklığını yaşıyor ve yaşatıyor olmaktan son derece mutluydu. Oğlunun sağlıklı oluşu, âşık olduğu bir adamın ona aşk yaşatması, işindeki başarısı, her an hayal ettiği hatta hedeflediği gibi yaşıyordu.

Turgut’un, oğlu Turgut’a sabahları hazırladığı komik kahvaltılar, Tomris’i daha çok âşık ederdi ona. Kürdanlardan kol bacak yapar, zeytinlerle göz, domates dilimleriyle ağız yerleştirirdi, o yenilmesi zor peynirli omletin üzerine. Tahin pekmezli ekmek dilimlerinin üzerine beyaz peynirden ufalanmış parçalarla saçlar, göz burun yapar, iştah kabartırdı. Tomris, Turgut’un içinde saklı kalmış o masum ve muzip çocuğun arada sırada dışarı çıkışını şölen tadında kutlardı.

Güz adamı Turgut, gizli eğlenceli kimliğini, çocuk düşlerini, çocuğuyla geçirdiği vakitlerde, bazen de Tomris ile şımarma saatlerinde sızdırırdı ruhundan. Demlenirken pişirilen akşam yemekleri sofraya kadar beklenilmezdi çoğunluk. Az pişir, az ye yöntemi ile sofraya kadar doyardı Turgut. Mutlaka şarkı falları tutulan kalabalık sohbetlerde, Turgut sessizlik senfonisi yazıyor gibi görünse de, banyoda, mutfakta epey eğlenceli konserler verirdi. Bir anda ev sahneye dönüşür, tencere, tava enstrümanlarının yardımıyla anlık da olsa hazan aşığının coşkusuna eşlik ederdi Tomris.

Turgut’tan önce ve Turgut’tan sonra diye anlatılabilir bir Tomris oluşmuştu adeta. Oysa her seferinde ona temas eden kişiler için böyle bir tanımlama yapılabilirdi.

Turgut, dingin, deniz maviliği, hazan huzuru, sakinlikti. Başakların dansı gibiydi onunla hayat, rüzgârın akışında ama etkilenmeden sakinlik. Güvenilmek ne demekse, tam tanımıyla yaşadı Tomris, Turgut’un sayesinde. Belki de bu yüzden aitti Turgut’a. Başarılamayanı Turgut başarmıştı. Tomris ilk kez aşktı. Tomris ilk kez aitti. İlk kez istediği bir ailenin temel kişiliğiydi.

Tomris’ten baktıkça Turgut’un hassasiyetlerinden çok bir kadına yaşattığı hassaslık, takdiri hak ediyor sanki. Turgut’tan Tomris’e bakıldıkça ise daha büyük ve köklü değişim vakası ile karşılaşıyorum. Tomris, Turgut’a anlatılan değildi her şeyden önce. Her an yeni bir keşif ve Tomris kesinlikle ait olmayı, sahiplenmeyi de iyi biliyordu anlatılanların aksine. Tomris’in ruhunun keşfedilmemiş tazeliklerini ince belli bir çay bardağını en ince yerinden kavrarcasına kavramış, elinin ve dilinin yanmasına bakmaksızın yudum yudum keyifle içiyordu.

Tomris, lezzetli bir hayat mükâfatıydı Turgut için. Tattıkça demleniyor, yaşamaktan keyif alıyordu. Tomris, Turgut ile hayatta var olduğunu hissediyordu. 

Tomris ile Turgut kendilerine aşk ile boyadıkları bir okyanus yarattılar ve kendi denizlerinde özgürce yaşadılar. Yarattıkları dalgalarının kuvvetiyle kıyıya vurduklarında bile sudan çıkmadılar; kıyıdan seslenişleri duymadılar. El sallamalarını da görmezden geldiler. Turgut, daha önceki ilişkilerinde Tomris’in başarısız olduğu bir şeyi bu sefer başarmış, onun aşkını akıcı ve sonsuz yapmıştı. El âlem Cumhuriyeti’ni tanımadılar. Kendi egemenliklerinde mutlu olayı başardılar.

Turgut güzdü, Tomris ilkbahar ve ikisi de bahardı neticede, ikisi de insan. Ilık, daima tercih edilen bir sıcaklık olmuştur yaratılanlar için. Onlar daima kararında ısıyla yoğun bir tutku ateşi yaşattılar birbirlerinde.

Turgut Uyar’ın yakasını bırakmayan hastalıklar belki de kendisini eksik hissetmesine neden oluyordu. Eksildiğini düşündükçe Tomris’i fazla buluyor, eksiltmeye çabalıyordu.

Turgut ile Tomris’in sorunlarının başlama nedeni ifade edilmek istenen her cümlenin, sorunun, kafa boşluğunda dönüp durmaya başlamasıydı. Yine bir ilişki maalesef  “O beni anlasın.” mantığının kirli ellerine düşmüştü.

Turgut ile Tomris’in evinde gri gölgeler gezinmeye başlamıştı. Belli ki bu gölgeler Turgut’un kör kuyusunun üzerinde dolaşan ve onun fark etmediği kirliliklerinden yaratılmıştı. Gölgeleri görmeye başlayan Turgut, Tomris’i bir çerçeveye oturtmuştu. O çerçevenin içinde ise sebebini bilmeden başlattığı anormal kıskançlık krizlerinden olma köhne bir ev vardı; yıkık dökük, virane bir koyuluktu o ev. Bahçeleri bakımsızdı o evin. Kimse çiçekleri sulamıyor, pencereleri açıp havalandırmıyordu. Belki de sırf bu yüzden geçmiş kokularıyla, havasızlıkla rutubet almış ve çürümeye başlamıştı.

Turgut, Tomris’i ruhunun tam ortasında yarattığı o virane evin tablosunun içine yerleştirmişti bir kere. Gün geçtikçe Tomris’ten iyilik eksiltip şüpheleri ile belirlediği kötülük etiketlerinden yeni bir kimlik yaratıyordu Tomris’ten.

Tartışmaların desibeli de yükselmiş, konuşmalar, latifeler, iğneli ve sivri bir hale gelmişti. İğne ucu ile batırılmak istenirken etkisi hançeri saplayıp çıkartmak gibi oluyordu.

Tunga, babasındaki gölgelerin farkındaydı. Mümkün oldukça görmeye çalışırken izin almadan, öyle pat diye gelemediği için de hafifçe bir kırgınlık hissederdi babasına karşı.

Tunga eve geldiğinde sadece babasıyla birlikte aynı odadaydı. Babası şiirlerini yazar, Tunga da başka başka şeyler ile meşgul olurdu. Yemek, kadeh tokuşturma gibi sebeplerle arada sırada göz göze gelirler. Bir iki klasik soru cevapları için konuşurlar, az miktarda fikir alışverişi yaparlardı. 

Turgut’un eve kapanık halleri yüzünden dışarı işlerinin tamamı Tomris’in üzerindeydi ve Tomris şikâyet eder hale gelmişti çünkü artık yorulmak nediri anlayacağı beden yaşındaydı. İsyanlar, asilikler, nedenler, nasıllar konuşulmaya başlanmıştı.

Tomris ile Turgut’un birlikteliği Tomris’in işlediği bir suç yüzünden başlamamıştı. Tek taraflı bir tercihle de ilerlememişti. Aşk, onları birlikte suç diye tanımlanan bir birlikteliğe sürüklemiş ve hayatlarının sonuna kadar bir arada tutmayı başarmıştı.

Oysa Turgut ile değil evlilik, dost olmak bile kolay değildi. Dostlukları onun güvenli alanında yaşanabilirdi yalnızca. Evinde ağırlanırdı dostlar ve çoğunluk dışarı çıkmak için ikna edilmeye çalışılırdı. Demlenilen masalarda muhabbetleri severdi ama kendine çekilme saati gelince yani ruhun kepenkleri kapanacağı zaman gözü kimseyi görmezdi. İsterse dünya yansın, Turgut bitti dediğinde gece de, muhabbette biterdi.

Selim İleri ile sıkı dostlarken Turgut, Tomris ile evliydi. Selim İleri onu sıkça ziyaretine gelirdi. Genelde arkadaşları Turgut’u ziyarete gelirdi. Turgut sabit, etrafında dönen insanlar hareketli ve ona yakındı. Edip Cansever ile de sıkı dosttu.

Turgut, genelde dünyada olan biteni suskunlukla izlemeyi tercih ederdi. İzler, dinler, anlar ve en olmadık zamanlarda, yalnızca kendi istediği zamanlarda birkaç cümle ile öyle yorumlamalar yapardı ki daha önce olayların farkında olup olmadığını sırf o cümleden anlardınız.

Tomris, Turgut’un aşk esin perisiydi. Tomris’ten yaratılan şiirler ise Turgut’un en kıymetli hazineleri. 1980’li yılların acı kederli istemediği anılarını biriktiriyordu Tomris. Güz çocuğu ile kırılmışlardı iyiden iyiye. Birkaç terk edişin ardından, onları yeniden birbirine kenetleyen hiç de tercih edilmeyecek bir sebep oluşmuştu hayatlarında. Turgut hastalanmıştı.

Tomris, işi ile ilgili bir çalışma için Amerika seyahatindeydi. Turgut evde yalnızdı ancak yalnız sayılmazdı, gelip gideni çok olurdu. Bir gün Edip eve gelmiş, Turgut’u hiç tahmin etmediği bir şekilde bulmuştu. Ne yapacağını bilemez ama aslında ne yapacağını planlar haldeydi. Turgut’un büyük oğlu Tunga’yı aradı. 

Tunga, beklemediği can yakan ancak henüz muhteviyatının tam manasıyla ne olduğunu bilmediği o sebep yüzünden, Turgut’un Tomris ile yaşadığı eve geldi.

İçeri girdiğinde Turgut bir kanepede oturmuş, zoraki, yarım yarım sırıtır haldeydi. Karnı anormal bir şekilde şişti. Ağrısının olduğu her halinden belliydi. Tunga’nın ısrarları Edip’in ona desteği ile Turgut Uyar apar topar hastaneye götürüldü. Doktor siroz teşhisini koyduğunda, Turgut için etrafındakilerin sinirini bozan gülümsemeler dönemi başlamıştı. Öleceğini net bir şekilde dillendirip kabullendiğini de ilk kez direkt ifade etmişti o gün. Söylediği gibi olmuştu, hastalığını öğrendikten on beş gün sonra öldü Turgut Uyar. Tomris’in şefkat ve sevgi dolu avuçlarının içinden uykusunda sonsuzluğa kayıp gitti. Sonsuz aşkta sonsuz oldular…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.